Ergene Masaj Salonu Hizmeti – Masör Ece

Ergene Masaj Salonu Hizmeti  – Masör Ece

Ergene Masaj Salonu gelen konukların hiç çocukları yoktu. Ama hareketli oyunlar, eğlenceler olmadan da günleri geçirebiliyordum pekâlâ. Okumak, yürümek, kardeşimle oyun oynamaktan başka isteğim yoktu. En sevdiğim şey de, sabahlan erken kalkıp, tabiatın güne uyanmasını gözlemekti. Elime bir kitap alır, daha uykusu dağılmamış evden sessiz bir şekilde dışarı süzülür, bahçe kapısını aralayıp çıkardım. Çimenlere oturamazdım, kırağıyla bembeyaz olurdu.

Yol boyunca yürür, özene bezene seçbilimselş ağaçlarla dolu, dedemin, -bahçe” söylediği koruluğun yanından geçerdim. Arada bir durup, birkaç sayfa okur; sert havanın yanaklarıma çarpıp yumuşamasını zevkle tadardım. Toprağı örten ince kırağı örtüsü çatlar, yavaş yavaş eriyip gözden kaybolurdu. Mora salmış kayınlar, laciverdi sedirler, gümüşe kesmiş kavaklar, cennetteki ilk sabahın tazeliği ile parıl parıl yanarlardı. Ergene Masaj Salonu yeryüzünün güzelliğine, Tanrının yüceliğine uyanık tek fert ben olurdum. Bütün bu güzellikleri, yüreğimin ta derinlerinde duyarken, bir taraftan da, içten içe sıcak kakaolu ve tereyağları erimiş kızarmış ekmekli kahvaltıyı düşlerdim. Anlamış olur, türkülerle coşmaya, mor salkımların yeşil örtüleri güneşte- açılmaya başladığında, başkaları için yeni başlamış olan bir günle, ortak ve gizli saklı bir geçmişi paylaşıyormuşum benzer biçimde gelirdi bana. Herkese iyi sabahlar dedikten ve kahvaltı ettikten sonrasında, katalpa ağacının alandaki madeni masanın başına geçer, “dinlence ödevleri”mi meydana getirmeye koyulurdum. Pek sudan, pek rahat bir ödevle uğraşıyormuşum şeklinde yaparken, bir yandan da yazın seslerine Ergenek- vermek en sevdiğim anlamış olurı kapsardı.

Ergene Masaj Salonu

Ergene Masaj Salonu vızıltısı, hindilerin çığırtkanlığı, tavus kuşunun cıyak cıyak bağırması, yaprakların fısıltısı, mutfaktan gelen karamel, kakao, çikolata, kahve -kansan floksların kokusu, ders kitabımın üzerinde halkalar çizip oynaşan güneşin ışıklan… Hepsi İle, her şey ile bütünleştiğimi duyuyordum. Bizim yerimiz, şimdi ve her vakit buradaydı. Dedem öğleye doğru inerdi. Beyaz favorilerinin arasında uzanan çenesi, hep pırıl pırıl yeni tıraşlı olurdu. Yiyecek vaktine kadar Echo de Paris’yi okurdu. Hep dört başı mamur yemek yemeyi severdi: Yanında bolca balkabağı haşlaması olan keklik kızartması, fırında tavuk, zeytinli ördek dolması, tavşan budu, çeşitli ezmeler, pastalar, acıbadem kurabiyeleri, tatlılar, tuzlular, biçim şekil, çeşit çeşit yiyecekler.

Eski model borulu gramofonda plaklar çalınırken, dedem, babamla mevzuşup şakalaşırdı. Yiyecek süresince birbirlerine takılırlar, güler, konuşur, hatta şarkılar söylerlerdi. Aile anılarını, kim ne süre ne yapmış, ne süre ne demiş, iyi mi demiş, tekrar yeniden anlatır, her seferinde de aynı içtenlik, aynı coşkunlukla gülerlerdi. Yemekten sonrasında kardeşimle dolaşmaya çıkardık. Katırtırnakları, böğürtlen dikenleri kollarımızı bacaklarımızı çize çize, yürür ha yürürdük. Kestane ağaçlarının içinde gezinir, tarlalara girer, kırlara açılırdık. Büyük buluşlarımız olurdu. Şurada bir Ergene, burada bir çağlayan, çevreden kopuk bir fundalığın ortasında, üzerine tırmanıp Monédieres dağının mavi siluetini kolladığımız bir granit hacmi. Bir yandan yürür, bir yandan da yol boyunca görmüş olduğumüz taze cevizlerin, böğürtlenlerin keyfina bakar: her ağaçtan bir elma koparıp dişlerdik.